Bir Sistem Olarak Yaşam Çevresi
Gürcan Banger
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
Sık Kullanılanlara Ekle
Yaşadığımız Küresel Çağ’ı ifade ederken, başta bilişim ve iletişim alanlarında olmak üzere bilim ve teknolojideki gelişmeyi vurgulamak zorunda kalıyoruz. Yakın çevremizde gördüğümüz bilgisayar, İnternet, cep telefonu, medya aygıtları ile evde kullandığımız araç ve gereç bu gelişimi doğrulamak için her an yanı başımızda duruyor. Ama bilim ve teknolojinin bu görünen güncel yüzü, aynı zamanda bazı gerçeklerin gözden kaçmasına da neden oluyor. Genetik olarak değiştirilmiş tarımsal ürünlerin bize yansıyabilen kısmını ihmal edersek; örneğin biyoloji alanındaki değişime yeterince vakıf olabildiğimizi söylemek zor.
Hiç kuşkusuz; her çağda bilim alanında önemli buluşlar yapılıyor ve gelişmeler sağlanıyor. Kütüphanelerde yazılmış kitapların, hazırlanmış raporların sayısı biteviye artıyor. Ama bu çağın ayırt eden yönlerinden birisi, bilgi üretim sürecinde yaşanan bazı farklılaşmalar olarak göze çarpıyor. Geçen yüzyıllarda öncekilere oranla bilgi miktarında önemli artışlar gözlemiştik. Bu yüzyılda ise bilgi miktarındaki olağanüstü hız artışı yanında bilgi çeşitliliğinin arttığını ve bilgi niteliklerinin değiştiğini gözlüyoruz.
Bu çağda kavradığım en önemli nüansın, dünyayı algılamakta kullandığımız paradigma olduğunu düşünüyorum. Çok basit olarak söylediğinde; paradigma, değerler dizisi veya algı dayanağı demektir. Bir anlamda dünyayı algılayıp kavrama yaklaşımı olarak da söylenebilir.
Dünyanın kavranışında değişim
1970’lerle birlikte başlayan süreçte dünyanın kavranışında bir bütünlük ve bir sistem olarak işleyiş arayışı fikrî yoğunluk kazandı. Kanımca bu dönemde gündeme gelen ilginç çalışmalardan birisi, James Lovelock ve Lynn Margulis’in katkı yaptıkları “Gaia Hipotezi” isimli yaklaşımdı. Lovelock ve Margulis’in 1974’te Tellus isimli bir dergide yazdıkları makale ile başlayan tartışmalar, olumlu veya olumsuz yönleri ile bilim alanına yeni tohumlar ekti.
Gaia Hipotezi gibi çok boyutlu bir açılımı bir köşe yazısında tartışmaya kalkacak ölçüde haddimi aşmaya niyetli değilim. Ama bu hipotezle ilgili önemli bulduğum birkaç noktaya değinmek isterim. Yaklaşımın ana dayanak noktası şudur: Yaşam, sadece dünya üzerindeki mevcut koşullara uyum sağlamakta kalmaz; aynı zamanda yaşama uyumlu olmalarını sağlayacak biçimde bu şartları değiştirir, dönüştürür ve daha kararlı hale getirir. Buna bağlı olarak; dünyadaki yaşamın herhangi bir unsuruna gelecek zararın, dünyadaki sistemin tamamına yansıyacağı sonucunu da çıkarabiliriz. Kanımca; yeni bir evrim yaklaşımı da içeren bu teorinin en değerli sonuçlarından birisi budur.
Yaşam odaklı dünya
Geçtiğimiz yüzyıl, dünyanın geleceği açısından nüfus patlamasının, çevre kirliliğinin ve insanın değerinin gözden kaçırılışının çağı idi. Bütün bu yaklaşımlar, bizi dünya yaşamının insan odaklı olması gerektiği gibi bir sonuca götürdü. Hâlbuki gerek Lovelock ve Margulis’in gerekse Arne Naess’in çalışmaları, çağdaş dünya algımızın yaşam odaklı yaşam olması gerektiğini söylüyor.
Eğer bu çağa uygun bir fikrî dayanağa sahip olmak istiyorsak; dünyanın tamamını yaşayan dev bir sistem olarak düşünmeye başlamalıyız. Bu sistemin canlı veya cansız herhangi bir unsuruna verilecek zararın, dünyanın tamamına ve bu arada kendi yaşamımıza da zarar vereceğini kavramak zorundayız. Aksi durumda bu dev sistem yok olurken, insanlık olarak biz de bilinemez karanlığa geri dönüyor olacağız.
Bizim neyimiz eksik?
Amazon ya da Barnes & Noble gibi kitap listelerini düzenli incelediğinizde; dünyadaki bilimsel ve kültürel değişimin hızı konusunda şaşırmamanız mümkün değil. Bir yandan sayısal boyutta çılgınca büyüyen bilgi ve kitap üretimi, diğer yandan bu üretimin dallar ve temalar açısından çeşitliliği şaşkınlığımıza fazladan katkı yapıyor. Bu bilgi ve belge üretimleri yapanların sayısı da büyük bir hızla artıyor. Yeni isimler dünyanın bilim, kültür ve sanat dünyasına ekleniyor. Ama ne yazık ki, bu isimler arasında bu topraklarda doğmuş, bu ülke ve toplumun hamuruyla yoğrulmuş, yine bu topraklarda yaşamaya ve üretmeye devam eden çok sayıda isme rastlamıyoruz. Bir zafiyet ve akamet sarmış çepeçevre bizi…
İnternetin ünlü çevrim-içi ansiklopedilerinde çokça bizim ülkemizden isimlere rastlamıyoruz. Bunu reddetmek mümkün değil. Ama dünyanın bilgi ve belge hazinesinden de yeterince yararlanmıyoruz. Bilim, kültür ve sanat alanlarında marka olmuş pek çok ismin yayınları Türkçede yok. Abuk subuk çalgıcı ve çengi isimlerini ezberlerken bilimin, kültürün, sanatın ve sivil sosyal yaşamın değerli düşünür, yazar ve üreticilerine gerekli ilgiyi ve özeni göstermiyoruz. TV kanallarından yerel yönetim faaliyetlerine kadar sabun köpüğü misali bir çalgılı – çengili yaşam sürüp gidiyor.
Arne Naess
Arne Naess de pek az tanıdıklarımızdan birisi… Yukarıda yaşam odaklı yaşam hatırlatmasıyla söz ettiğim Arne Naess, 20’inci yüzyılın en seçkin düşünürlerinden birisiydi. 2009 başında 96 yaşında ölen Norveçli düşünür, derin ekoloji adı verilen akımın kurucusu olarak kabul ediliyordu. Çağımızın çevrebilimi konusundaki en yetkin isimlerinden birisi olan Naess, Oslo Üniversitesi’nde profesörlük unvanı ile en genç yaşta onurlandırılmış kişi olarak biliniyordu.
Naess, derin ekoloji (derin çevrebilim) kavramından ilk kez 1973 yılında kaleme aldığı “Sığ ve Derin, Uzun Erimli Çevrebilim Hareketi” isimli makalesinde söz etmişti. Bu makale ile derin ekoloji olarak anılan çevreci anlayışın temellerini attı. Derin ekoloji, kimi zaman ekozofi olarak da anılan ekolojik felsefenin bir dalıdır. Bu düşünce akımı, insan türünü doğal yaşam çevresinin bütünlüğü içinde ele alır. Derin ekoloji, Naess’e kadar olan dönemden farklı olarak insan dışı canlı türlerine özel bir önem verir. Çevre sistemlerini ve yaşam ortamlarındaki sistemleri, ilk elde gözümüze çarpan çevreci ve yeşilci hareketlere oranla daha derinlemesine değerlendirir.
Naess ile başlayıp başka düşünürler tarafından geliştirilmeye devam eden derin ekoloji, yeni bir çevre ahlakının oluşmasına yol açmıştır. Bu düşünce akımı, insanlar gibi diğer canlıların da yaşamda var olma ve varlıklarını sürdürme hakkını öne sürer. Naess, kendi felsefesini “yaşamküre adaleti” olarak da isimlendiriyor.
Naess’in çevrebilimine neden derin sıfatını kullanarak yaklaştığı merak edilebilir. Onun kendi düşünce sistemini derin olarak adlandırmasındaki anlayış, gerçekten yaşam ve çevre hakkında derin sorular sormak istemesinden kaynaklanır. Neden ve nasıl diye başlayan bu sorular, onun yaklaşımının basit anlamda çevreci akımlardan ayrılmasını sağlar.
Derin ekoloji
Derin ekoloji ekseninde yer alan pek çok radikal yazar ve düşünür, yaşamın tümüyle insan odaklı hale getirilmesine karşı çıkarlar. Bu düşünce akımının radika kanadının temel tezlerinden birisi, mevcut tüm canlıların yaşam hakkı ve sürdürülebilirliği konusunda eşit tutulması hususudur. Bu açıdan radikal derin ekolojistler, Darwinist teorinin en önemli görünür iddialarından birisi olan canlıların en gelişmiş olan türünün insan olduğu konusundaki aşırı odaklanmaya itiraz ederler.
Bu radikal tutumu bir yana bırakırsak; derin ekolojinin öne sürdüğü önemli tezlerden birisi, bugün yaşanan yaşam çevresi sorunlarının büyük ölçüde, modernist yaşam tarzından kaynaklandığıdır. Kapitalizmin sürekli körüklediği aşırı tüketim güdüsü dikkate alındığında; bu yaklaşıma hak vermek biraz daha kolaylaşır. Ama bu arada aşırı tüketim düşüncesinin sadece kapitalizme özgü olmadığını, yakın veya karşıt başka akımların da yaşamın iyileştirilmesine böyle baktığını itiraf etmek gerekir.
Derin ekoloji, aynı zamanda bir yaşamsal vizyondan da söz eder. Bu çerçevede modern uygarlığın bizi getirdiği aşırı tüketim modelinin, yeni bir uygarlık modeli ile aşılabileceği hayali dile getirilir.
Son söz: Yaşam, sadece insanlardan meydana gelmiyor; doğal çevremizdeki her canlının var olma ve yaşamını sürdürebilme hakkının bulunduğunu zihnimize kazımak lazım. İnsan; flora, fauna ve cansız varlıklarla birlikte var olabilir ancak…