Sivil Toplum Sorunları
Gürcan Banger
BİR
Uzunca bir zamandır sivil toplum alanında karınca kararınca bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Ülkenin pek çok noktasında sivil toplumcularla görüşme ve görüş alışverişi yapma fırsatı buldum. Böyle bir süreç dikkatli gözlendiğinde alanın sorunları hakkında bazı ipuçları bulunabiliyor. İşin gerçeği şu ki; dernekler, vakıflar, meslek odaları, siyasal partiler ya da sendikalar gibi, örgütün türü ne olursa olsun pek çok sorun alanında benzeşmeler görmek mümkün. Aynen trafik ya da altyapı sorunlarının ülkenin her kentinde paylaştığımız gibi sivil toplum problemlerini de şehir veya kuruluş tipi ayırt etmeden paylaşarak yaşıyoruz.
Sivil toplumun bir kamusal alan olabileceğini ve bu alanda yer alan kuruluşların bir güç oluşturması gerektiğini henüz kavrayamadık. Bu nedenle sivil toplum alanının ilk sözü edilebilecek sorununun kitleselleşme olduğu kanaatindeyim. Sivil toplum kuruluşları (STK’lar) üye ve gönüllü yönünden hem kalite hem de sayı olarak çok daha yüksek değerlere ulaşmadıkça bu alanda kalıcı ve sürdürülebilir başarı elde etmek mümkün görülmüyor. Ne yazık ki; STK yönetimleri, kendi kuruluşlarını üye ve gönüllü olarak zenginleştirmek yönünde fazla gayretli değiller. Sadece insanların katılmadığından şikâyet etmekle yetiniyorlar. Örneğin binlerce genç ve kadının örgütsüz olduğu ve sosyal sorunlar yaşadığı bir toplumda STK’ların bu insanları kazanmak için çaba sarf etmemesi anlaşılır gibi değil.
Yapılan sivil toplum etkinliklerine bakıldığında; burada da ciddi bir katılım sorunu olduğu gözleniyor. Panel, konferans, seminer veya sokak etkinliklerine katılımın artırılmasında da bilgi, yaratıcılık ve gayret sorunları var. Sivil toplumu gerçek bir güç haline getirmenin yolu, katılımın önündeki engelleri aşmaktan kaynaklanıyor. Sanırım; sivil toplum kuruluşlarının öncelikle katılımın ve kitleselleşmenin önünde duran ‘koltuk meraklıları’ ile ‘dar kadrocularından’ hızla kurtulması gerekiyor. Dar kadroculuk, vatandaşa güvenmeyen bir ‘ben bilirim’ ve ‘ben yaparım’ takıntısıdır.
Bugün STK’ların yönetimleri yüksek oranda 1970 veya 1980’lerde gençliğini yaşamış kuşaklar tarafından işgal edilmiş durumda. Bu kuşak, o dönemin hastalıklı alışkanlıklarını bu zaman dilimine taşımaya devam ediyor. Diğer yandan bir sosyal vitrin özelliği taşıyan sivil toplum alanındaki mevcut inan kaynağının sosyo-psikolojik problemlerini de göz önüne alırsanız; bugünkü gibi zaafları olan, güçsüz ve eksikli sivil toplum görünümünün oluşma nedenini kolayca kavrayabilirsiniz. Sivil toplumun sorunlarını çözme yolunda bir kuşak değişiminin, gençleşmenin ve çeşitlenmenin acil olduğunu düşünüyorum. Sivil toplum alanı, kendini bugünkü yüksek yaş ortalamalı jakoben ve toplumun önünü tıkayan sivil toplumculardan kurtarmalıdır.
Sivil toplum alanında insan potansiyeli ile ilgili bir diğer gözlemim, bu alanın hızla ve yanlış biçimde bir profesyonelleşme süreci içinde olduğudur. Sivil toplumculuğun bir meslek haline geldiği bir anlayış ile çağdaş yurttaşlık ve katılımcı demokrasi gibi hedefleri olan sivil toplum hareketi hedefine ulaşamaz; olsa olsa birileri için çıkar ve rant kapısı olur. Elbette sivil toplum alanında profesyonel olarak gerçekleştirilen bazı hizmetler olabilir ama bu değerli alanı bireysel gelir kapısı olarak görenlerden de kurtarmak gerekmektedir. Bunun yolu, sivil toplum hareketinde daha fazla insan zenginliği ve çeşitliliğinin yer almasıdır.
Halen STK’larda en önemli kabul edilen ama asla üzerinde bir yoğunlaşma sağlanmayan konu, kaynak yaratmadır. Genelde kaynak bulmak, yönetim kurulu başkanının görevi olarak kabul edilir ve bu yönlü herhangi bir plan yapılmaz ve çaba sarf edilmez. Hemen hemen hiçbir STK’nın –eğer varsa– çalışma planında kaynak bulmaya ilişkin bir faaliyet tasarısı görmek mümkün değildir.
“STK’lar halen nasıl kaynak sağlamaktadır?” dendiğinde sınırlı üye aidatları ve özel durumlarda bağışlar dışından en etkili kaynak yerel yönetimlerdir. Belediyeler söz konusu olduğunda, STK’ların kaynak sağlama adına işi dilenciliğe kadar vardırdıklarını görmek üzücüdür. İyiden iyiye siyasileşmiş olan belediyeler de verdiklerinin karşılığını başka yollarla talep etmektedirler.
Türkiye’nin AB süreci, sivil toplumu projecilik olarak isimlendirebileceğimiz bir hastalığın kucağına attı. Sivil toplum alanındaki asli görevler unutulup, STK’lar az sayıda bireyin bir araya gelerek AB hibelerinden yararlanan projeler yaptığı bir biçime dönüştü. Projecilik STK’ların kaynak ihtiyaçlarını çözmek için bir araç olarak kullanılırken bu araç ile sivil toplum alanı bir kez daha profesyonel meslek haline geldi, ortalık proje yazıcılarla doldu.
Önümüzdeki dönemde sivil toplum hareketinin önündeki en önemli görevlerden birisinin, kendi kaynaklarını geliştirmek, çeşitlendirmek ve yaygınlaştırmak olduğu kanısındayım.
İKİ
Sivil toplum ile birlikte ilk anılması gereken kavram demokrasidir. Sivil topluma verdiğimiz önemin arkasında temsili demokrasinin sorunlarının katılımcılık, çoğulculuk ve çokkültürcülük ile aşılması fikri var.
Diğer yandan sivil toplum kuruluşlarının iç işleyişlerine baktığımızda; gerçek anlamda bir demokrasi kültürünün varlığından söz etmek mümkün değil. Demokrasi adına yönetimlerin seçimle belirlenmesi dışında herhangi bir bulguya rastlanmıyor. Neredeyse aynı koltukta kalkerleşmiş olan sivil toplum kuruluşu (STK) başkanlarına baktığımızda; STK seçimlerinin demokratikliğinin su götürür olduğunu söylemek de hata olmuyor.
Önümüzdeki döneme ilişkin görevler arasında STK’lar için bir demokratik iş modelinin geliştirilmesi ve STK’ların demokratik kurumsallaşma yönünde adımlar atmasını zorunlu görüyorum. Demokrasinin olmadığı bir ortamda sivil toplum hareketinin gerçek hedeflerine ulaşması mümkün olmayacaktır.
Sanırım; sivil toplum hareketinin kurtulması gereken anlayışlardan bir diğeri, dernekçilik olarak isimlendirilen dar kalıplar içine sıkışmış problemli kimliktir. Türkiye sivil toplum alanının içerik yönünden geliştirilmeye ihtiyacı var. Bir yandan uluslararası bilgi ve deneyim zenginliğini aktarırken diğer yandan farklılaşmış yerel örnekler üretmek zorundayız.
İçerik geliştirmeyi iki farklı dalda ele almak lazım. Birincisi; sivil toplum alanında tema olarak zenginleşmeye ve çeşitlenmeye ihtiyaç var. Demokrasinin, insan haklarının ve çevrenin ayaklar altında olduğu ve hâlâ her şeyi devletin belirlemeye çalıştığı bir ülkede sivil toplum alanında içerik yönünden değerlendirilebilecek çok fazla malzeme var.
İkinci olarak; faaliyet türleri açısından yaratıcı ve yenilikçi olmak lazım. Bu faaliyetlerin tümünde başarı düzeyinin ölçülmesine ve sonraki etkinliklerde mevcut sınırların aşılmasına ihtiyaç var. Artık aklımıza gelen ilk faaliyeti yapmaktan vazgeçmeli; katılımı ve yaygınlaşmayı sağlayacak yeni buluşlar yapmalıyız.
Sivil toplum alanında yaptığımız faaliyetlerin etkinliğini ve verimliliğini ölçemediğimiz için iletişimin –ve aşağıda değineceğim işbirliklerinin- değerini anlamakta zorluk çekiyoruz. Faaliyet yapmaktaki başarımızı, bunu halka ve medyaya ulaştırmakta gösteremiyoruz.
Sivil toplum alanına katılan her bireyin yaptığı işten bir tatmin sağlaması olağandır. Ama bu hareketi bireysel tatmin düzeyinin ötesine taşıyarak toplumsal iyiye katkı yapan bir noktaya taşımak zorundayız. Bu nedenle yaptıklarımızın, öncesinde ve sonrasında iletişim kanalları aracılığıyla duyurulması önemlidir.
İletişim, STK’ların görünürlüğünü ve tanınırlığını artırmada önemli bir unsurdur. İletişim, yaygınlık ve katılım olmadan STK’ların kendi sivil toplum paydaşlarını temsil etmeleri de mümkün olmuyor.
Medya konusuna gelince; bu konuya yerelden bölgesele, ulusaldan küresel doğru özel bir önem ve değer vermek, ilgi göstermek gerekiyor.
Ülkemizde sivil toplumun desteği ve muhtemel kaynaklarının -şimdilik- sınırlı olduğunu kabul etmeliyiz. Bu düşük düzeyde tek tek STK’ların başarı öyküleri yazmaları zordur.
STK’ların özellikle tematik alanlarda işbirlikleri oluşturmaları daha güçlü ve yaygın etkiler yaratan faaliyetlere imza atmalarını sağlayabilir. Böyle hem bir ortak paydanın üretilmesi için gerekli iletişim ortamı oluşacak hem de taraflar birbirlerini anlamada daha başarılı olacaklardır. Ayrıca kaynak sorunlarını aşmanın yollarından birisi, STK’ların ve ilgili diğer paydaşların kendi alanlarında işbirliklerini geliştirmeleridir.
Her seçim döneminde sivil toplum kuruluşları üzerindeki siyasal hegemonya baskısı biraz daha artar. Bir anlamda siyaset, sivil toplum alanını sömürgeleştirmeye çalışır. Mevcut siyasal iktidar döneminde bu yönelimin iyiden iyiye arttığını gördük. Hem iktidar yanlıları hem de iktidar karşıtları, kendi ‘sivil toplumlarını’ kurmak için ‘üstün bir gayret’ içine girerek sivil toplum alanını parçalara ayırdılar. Sivil toplum hareketi, bu fanatik siyasallaşma sürecinden kendini kurtarmak zorundadır.
Sivil toplum hareketinin genel anlamda kendini gözden geçirmeye ihtiyacı var. Hem biçim, içerik ve tema hem de toplumla ilişkiler açısından yenilenmeye ihtiyaç duyuyor. Kurumsal yapıda değişikliklere ihtiyaç var. Gerçek anlamda paydaş ve ihtiyaç / sorun analizleri gerekli. Sanırım; en önemlisi, kayırmayan objektif bir bakış açısına ihtiyaç var.