Şehri Kim Kurtaracak: Süpermen, Batman, Malkoçoğlu?
Gürcan Banger
Benim kuşağımın çocukluğu, kahraman kovboyun maceralarını izleyerek geçti. Çizgi romanlarda ve sinema filmlerinde… 1960 sonrası kuşakların mensuplarından; Tom Miks, Çelik Bilek, Kaptan Swing ve Kinova’yı hatırlamayan pek azdır. Aynı dönemde başka kahramanlar da vardı. Dağları yerinden oynatan Herkül ve Masist’li filmleri hatırlarım. Sonraki yıllarda Süpermen ve Batman’in maceralarını izler olduk sinemalarda. Cüneyt Arkın’ın canlandırdığı Malkoçoğlu ve Battal Gazi ile Kartal Tibet’in kan ve can verdiği Karaoğlan, zihinlere birer efsane olarak işlendi. Tüm dünyada kahramanlar seviliyor. Ama bizde algılanmaları çok daha farklı. Kişileri ya göklere çıkartarak ya da yerin dibine batırarak seviyoruz. Eğer buna sevmek denirse…
Yukarıda adını andığım sanal kahramanların neredeyse tamamı ya tek başlarına ya da küçük bir ekiple daima başarıya koşuyorlar. Ya da bize öyle gösteriliyor. Ortada bir takım çalışması olsa bile; başarı, genelde kahramanın sevap defterine yazılıyor ve bu tek kişilik ordu, ününe ün katıyor. Onu alkışlarken, diğer isimli veya isimsiz kahramanları unutuyoruz. Kahraman ile kendimizi özdeşleştirip onun yaptıklarından kendimize onur payı çıkarıyoruz.
Siyasal partiyi genel başkandan, futbol takımını en ünlü yabancı oyuncudan veya belediyeyi başkandan ibaret sanmamızın arkasında bu ‘kahramanı abartma’ anlayışı olmalı. Aynı tarz-ı siyaseti, meslek odalarında da sürdürüyoruz. Bir meslek odası, o kuruluşun başkanı ile özdeşleşip büyüyor ya da küçülüyor. Adeta bir başkan tapınıcılığı içindeyiz. Bu durumun farkında olan başkanlar da bu tapıncı artırmak için ‘tek adam olma’ rolünü pekiştirmeye çalışıyorlar. Öyle bir sistem ki; alkışlayan razı, alkışlanan razı…
Ama tek adamı oynamak, o kadar da kolay değil. Her şeyi bilen bir başkan olarak; öncelikle pek malumatfuruş olmayan ve ‘düşünmeleri istenmediği için beyinleri dondurulmuş’ zevattan oluşan bir kadro kurmak gerekiyor. Başkanın kadrosunda, kaçınılmaz biçimde bir tam teslimiyet ve biat hali olmak zorunda. Ama bu da yeterli değil. Memleketin yarım akıllı ama medyatik güya entelektüel camiasından meydana getirilmiş bir armoni mızıkası da lazım. Armoni mızıkası diyorum; çünkü bando, uyumlu sesler çıkarmak zorunda. Hem birbirlerine uyumlu olacaklar hem de beslendikleri kaynağa… Böyle bir bando oluşunca, hele kamu kaynakları da emre amade olunca tek adamlık rolü biraz kolaylaşıyor.
Böyle bir örnek söz konusu olduğunda; bence en komik karakteri, tek kişilik orduya biat etmiş olanlarla destekçileri oynuyor. Neden derseniz; bir yandan tek kişilik yönetimden şikâyet ediyorlar, diğer yandan tek kişilik ordunun armoni mızıkasına eşlik etmeye devam ediyorlar. Bir gün gelir de böyle davranmaktan vazgeçerler mi? Böyle bir ihtimal var. Siyasetin ve yönetimin bir ekip ve katılım süreci olduğunu fark ettiklerinde, bunun bilincine varıp tek adamın büyüsünden kurtularak köle olmaktan vazgeçtiklerinde, böyle bir ihtimal var.
Tabii ki; bu anlattığım; bir misal, bir kıssadan hisse… Mesela denerek açılmış bir parantez. Anlaşıldığı gibi; sözüm kimseye değil. Asla kasıt veya taammüt yok.
Lider Kültü
Lider kültü kavramı, bir tür lidere tapınma ruhunu ve anlayışını ifade ediyor. Bu konu üzerinde okuma yaparken; Toplum ve Politika Enstitüsü’nün İnternet sitesinde Okan Arslan’ın “Lidersiz Yaşayamayanlar” isimli makalesini okudum. Yazar, makalesinde adını vermeden bir başka konuya değinmekle birlikte; yazısının sonundaki Edison örneği ilginçti. Bu nedenle son paragraftaki ana fikri yorumlayarak aktarmak istiyorum.
Lidersiz yaşayamamak, özellikle düşük demokrasi kültürüne sahip toplumlarda bir yaşam tarzı haline gelmiş. Lideri bir kült (sözcük anlamı olarak din) haline getiren tarihi ve sosyal nedenler var. Ama bu sürecin önemli yanlarından birisi, lidere biat etmiş tebaanın onu bir kült haline getirmesi. Hani “Şeyh uçmazsa, mürit uçurur” derler ya; onun gibi… İşbirliği, takım çalışması, katılımcılık ve demokrasi kültürü açısından zafiyet taşıyan toplumlarda lider kültünün yarışmalara konu olacak düzeye eriştiğini görmek mümkün.
Bu tür toplumlarda örneğin bilim alanında başarılar kazanmış bir kişi; bir parti genel başkanı, bir meslek odasının başkanı veya medyada yer alma konusunda etkili bir belediye başkanı kadar ilgi görmez ve ‘Tüm Zamanların En Büyük Lideri’ yarışmasına konu olmaz.
Okan Arslan, yukarıda sözünü ettiğim yazısında şunları söylüyor: “Bir toplumun bu tip ortamlarda ‘Tüm Zamanların En Büyük Mucidi’ni kendi ülkesinden çıkarmaya çalışması belki daha mantıklı ve realist bir faaliyet olabilirdi. Mesela bir Edison’u düşünün. Hiç karizmatik değil. Bir ideoloji geliştirip topluma dayatmış değil. Hiç kimse Edisonizm diye bir akım duymadı. Hatta kimse tipini bile bilmez. Yani bu adam uzun mudur kısa mıdır; sarışın mıdır; bıyıklı mıdır, kimse bilmez. Hiçbir yerde Edison’un heykelini göremezsiniz; şayet bir belediye, adına bir park kurup ufak bir heykelcik dikmediyse ziyaretçiler için.”
Burada yazıya bir ara verelim. Kentlerimizdeki görünümlere geri dönelim. Belediyeler tarafından yapılan yapılara, köprülere veya kent mobilyalarına baktığımızda; yapılandan daha çok, kimin yaptığını ‘bağırmaya’ çalışan logolar ve yazılar dikkatimizi çekiyor. Sanki amaç, kent halkına hizmeti bir kenara koyup belediye başkanının reklamına dönmüş. Tebaadan kimse çıkıp da “Sen bizim paramızla neden kendi reklamını yapıyorsun?” diye sormuyor. Bir bilinçli vatandaş, “Seni zaten hizmet edesin diye seçtik; kendini bu kadar reklam etmenin nedeni nedir?” diye sormuyor. “Sen kimsin ve ne amacın var ki, isminin zihinlere kazılmasında bu kadar gayretlisin?” diye sorgulamıyor.
Arslan’ın yazısında bir bölüm daha aktarayım: “Ancak (Edison), dünyamızı herkesten, geçmişten bugüne gelen tüm karizmatik liderlerden daha fazla aydınlatmıştır. Çünkü bugün onsuz yaşayamayacağımız elektriği bulmuştur bu karizmatik olmayan, adını unuttuğumuz mucit. Biz, her an Edison ile yaşıyoruz. Onun icadıyla; farkında bile olmadan. Sadece Edison ile mi? Sayısız mucitle birlikte. Hiçbiri beklemiyor olmalı, sabah akşam anılmayı; ama bugün insanlığın eriştiği bu noktayı bu mucitlere borçluyuz.”
Hemen bir parantez açalım. Demek ki, lider olmak veya ‘büyük başkan’ olmak; ismini yapıların üstüne kazımakla, her şehir mobilyasının üzerine bir logo koymakla ya da ismini yazmakla veya her tarafı kişisel reklam niyetli pankartlarla donatarak olmuyor. Kenti mağazanın reklam vitrini gibi kullanmak yerine gerçek anlamda kaliteli ve mutlu yaşama yönelik hizmetlerle donatıp kendiliğinden zihinlerde kalmayı başarmak lazım.
Arslan’ın yazısından bizi ilgilendiren bölümü ile ilerleyelim: “(Her mucit), bize bir bireyin kendi başına ya da başka bireylerle birlikte dünyayı nasıl değiştirebileceğini; bireyin gücünü gösteriyor aslında. Gelecek de, karizmatik liderlerin yolunda ilerlemekle değil; insanlığa hizmet eden, adını bile hatırlamayacağımız, sayısız bireyin icatları üzerinde şekillenecek.”
Bu arada satırlar arasında belli belirsiz ama önemli bir nokta var. Tek başına futbol oynayamazsınız. Futbol için uyumu sağlamış bir takıma ihtiyaç var. Kent de bir futbol oyunu gibidir. Takım halinde (yani kentin paydaşları ile birlikte) oynanmazsa, ancak tek kişilik gösteri olur. Gösteri biter; sonuçta sadece gösteri yapanın aldığı haz (veya başka ne kazandıysa o) kalır.
Arslan, yazısını şöyle bitiriyor: “Lidersiz bir hayat mümkün. Ama bireysiz bir gelecek mümkün değil. Peki; siz ne taraftasınız? Siz de mi lidersiz yaşayamayanlardansınız; bir düşünün bakalım…”
Liderin İyisi – Kötüsü
Bilgeliği, erdemi, ahlaki yapısı, deneyimi, bilgi birikimi ve bir takımla çalışma konusunda yetkinliği olan liderler de var. Böyle bir liderin genelde ayrımcı olmayan, demokratik özellikler taşıdığını görüyoruz. Yaptığı her işte kendi çıkarlarından önce toplumun, halkın yararlarını düşünen liderlerin çok daha fazla mutluluk yaratılmasına vesile olduğunu biliyoruz. “Önce ben” ya da “en çok ben” saplantısından kurtulmuş liderlerin kendilerini halk içinde eritebilmiş, gerçekten samimi olmayı başarmış örnekler oluşturduğunu izliyoruz. Bir parti genel başkanı için de böyle, bir şehrin belediye başkanı için de…
Bir insanı tanıyıp bilmenin farkındalık noktası, o kişinin kendi çıkarına yönelik bir yararın ortaya çıktığı andır. Bu nedenle; bir ilişkinin sağlık durumunu böyle bir anda sınamak gerekir. Çünkü çıkar söz konusu olmadığında, türü ne olursa olsun bir ilişkiyi sürdürmek daha kolaydır. Ama taraflardan birisinin çıkarı gündeme geldiğinde; istismardan kandırmacaya, kötü niyetten rant amaçlı kullanmaya kadar her yol mubah olmaya başlar. Böyle bir durumda yapılmayanlar yapılıyormuş, yapılanlar ise yapılmıyormuş gibi gösterilme gayreti içine girilir.
Geleneksel siyasetçi, yukarıda özetlediğim sürece en iyi örneklerden birisini oluşturur. Siyasetçi, son seçimden bu yana aklına bile getirmediği kişi ve kesimleri hatırlamaya, kapısını çalmadığı kuruluşların bir ihtiyaçları olup olmadığını sormaya veya göz ardı edilmiş sorunlara çözüm bulmaya gayretli imiş gibi görünmeye başlar. Çünkü ortada bir çıkar söz konusudur; yeniden iktidar için oy isteme zamanı gelmiştir. Böyle bir anda vatandaş için doğru soru şudur: “Bugüne kadar beni hatırlamayan, aradığımda görüşemediğim, karşılaştığımda ağzımı açtırmayan bu kişi, şimdi neden bana yakın davranmaya çalışıyor?”
Rus romancı Dostoyevsky, “İnsanların birbirlerini tanımaları için en iyi zaman, ayrılmalarına yakın zamandır” diyor. Bir benzetme yaptığımızda; bir geleneksel siyasetçinin (veya bir dönem önce seçilerek makam sahibi olmuş kişinin) konumu bu sözlere gayet uygun düşer. Gerçekten seçim dönemi, geleneksel siyasetçi için iktidardan ve ranttan ayrılma ihtimalinin arttığı bir zamandır ve siyasetçinin bu dönemdeki değişen davranış modeli dikkatle izlenmeye değerdir.
Her seçim sürecinde verilen ama yaşanmış örnekler nedeniyle gülünç bulduğum sözler var. Proje diye öne sürülüp sonra unutulanları bunlar arasında sayabilirim. Bir diğeri ise örneğin adayların, seçildikleri takdirde halkla ve sivil toplum kuruluşları ile iç içe bir yönetim anlayışı içinde olacaklarına dair sözleridir. Her seçim döneminde sivil toplumla birlikte periyodik olarak toplantılar, faaliyetler ve işbirlikleri yapılacağını öngören sözler sarf edilir. Seçim sonrasında ise kazananı bulabilene aşk olsun… Ne halk kalır ne sivil toplum, ne de seçilen. Seçilen, seçilmiş olmanın keyfi ile düdüğü kendi bildiği gibi öttürmeye devam eder. Ta ki; bir sonraki seçim zamanı gelip de ‘oy ihtiyacı’ ortaya çıkıncaya kadar…
Aslında konuya vatandaş tarafından baktığımızda da manzara ilginçtir. Çünkü halk için de seçilen, kendine hizmet etmek üzere seçilmiş olan değil; memleketin veya şehrin tüm sorunlarını bir çırpıda çözüverecek olan bir Süpermen’dir. Bunu adaylar da bildikleri için, seçim sürecinde kendilerinin ne yaman bir Süpermen olduğunu kanıtlama çabasına girerler. İşin ilginci, halk olarak Süpermen diye seçtiğimiz, pek çok durumda kendi çıkarları peşinde koşan, kamuflajlı kötü adam Luther’den başkası değildir. Özetle; Süpermen diye seçilen, koskoca bir hizmet dönemi boyunca önce ‘kendi vitrinine ve kendi dükkânına’ hizmet eden Luther’e dönüşür.
Siyasetin bir endüstri haline geldiği günümüzde siyasal seçim sürecinin, bir ‘iyi adam’ seçme dönemi olmadığını fark etsek iyi olacak. Seçimde; ‘kendi keyfince kurtarışlar yapan gücün simgesi’ Süpermen’i bulmak yerine; dürüstlük, saydamlık, hesap verebilirlik, katılımcılık ve vatandaşı birincil derecede önemseme konusunda ipuçları veren ama her şeyden önemlisi denetlenebilir ve yönetişime yakın olanı bulmak; diğer yandan da bunu sağlamaya yatkın yönetim mekanizmalarını geliştirmek zorundayız.
Farklı bir ‘iyilik – kötülük’ bakışı da geliştirebiliriz. Örneğin klasik felsefenin ünlü düşünürlerinden Platon, “İnsanları, egemen oldukları zamanlarda denemelidir. Çünkü kötünün kötülüğüyle, iyinin iyiliği o zaman ortaya çıkar” der. İktidarın en önemli özelliklerinden birisinin insanın içindeki açgözlülüğü, doymazlığı ve hırsını ortaya çıkardığı konusunda kuşkum yok. Ama kimi zaman bu kötü nitelikler, bir perdenin arkasına gizlenmiş olabiliyor. Gerçeği görmek için bu perdeyi çekip kaldırmak gerekiyor. Bunu yapmak için uygun zamanı kaçırmamak ise önümüzde bir görev olarak duruyor.
Bitirirken
Günümüzde şehir, büyük bir ekonomik işletmedir. İnsanların o yerleşimde yaşamasının nedeni budur. Kentin yükselen ekonomik özellikleri; her vatandaşın bir iş sahibi olmasını, geçimini sağlayacak geliri elde etmesini ve her geçen gün daha kaliteli yaşam koşullarına sahip olmasını sağlar. Vatandaşlar; öncelikle barınma ihtiyaçlarını karşılayacak konuta, sağlıkla yaşamlarını sürdürebilecek hijyen, güvenlik ve yaşam çevresi şartlarına sahip olmak isterler. Bunlar bir kent için vazgeçilmezdir.
Bir kentte vatandaşın erişemediği veya yararlanamadığı niteliklerin bulunması, onun mutlu olmasına hizmet etmez. Yeterince beslenemeyen, barınacak yaşanabilir bir konutu olmayan, sağlık sorunları yaşayan, trafikle problemleri olan ve güvenlik sıkıntısı çeken bir vatandaş için ‘başkanın medyatik kent vitrini’ kullanılabilir ve erişilebilir değildir. Başarılı bir şehir yöneticisi, vatandaşın gerçek ihtiyaçlarının karşılanmasına hizmet etmeye çalışır. Eğer yönetici, vatandaşın gerçek ihtiyaçlarını karşılamayı başarırsa, ancak o zaman gerçek bir halk kahramanı olur. Reklamla ‘kahraman’ olmak kolay; ama insani özellikleri gelişmiş bir yönetici olmak mümkün değildir.