Yeterli ölçüde özümseyip paylaşmasak da doğru kavrama yaklaştık gibi: Yaşam çevresi… Bu kavram ile insanlardan hayvanlara, bitkilerden cansızlara kadar geniş bir yelpazeyi ifade ediyoruz. İnsan olarak sürdürülebilir bir yaşama sahip olabilmek için yaşam çevremizde mevcut olan canlı türlerinin ve cansızların sürdürülebilirliğini sağlamak zorundayız. Yaşamın odağını yaşamın kendisi oluşturuyor.
Yaşamımız boyunca dünya ile ilişki kurarken, aynı zamanda dünyayı kendimizce anlamlandırıyoruz. Çevremizdeki canlıları veya nesneleri sıfatlar ile ayırt ediyoruz. Onları güzel, çirkin, iyi veya kötü gibi nitelemelerle sınıflandırıyor ve değer kategorilerinde tasnif ediyoruz. Benzeri yaklaşımları hayvanlar için de kullanıyoruz.
Örneğin tilkiyi zeki olarak niteleriz. Tilki gibi demek zeki ama insanları kandırabilecek kadar kurallara aykırı davranabilen demektir. Muhtemelen bu söyleyiş, aç kalan tilkinin, karnını doyurmak üzere kümes hayvanlarını yemeye çalışmasından dolayıdır.
Maymun ise aptal ve yalaka bulunur. Belki de hayvanlarla ilgili masallar yazan Aisopos ve La Fontaine gibi yazarların dünya kültürüne kattıklarından birisidir bu anlayış. Ama masalcılardan sonra da maymunlar hakkındaki bu düşünce sürüp gitmiştir. Bir maymun gördüğümüzde bir dalkavuğu ya da yağcılık yapan bir kişi ile karşılaştığımızda maymunu hatırlamamız artık olağan sayılır hale gelmiştir.
Domuz, bizim kültürümüz açısından kaba saba bir hayvandır. Batılılar domuzu sevimli bulurken, pek çok Doğu ülkesinde hain, kötü niyetli ve saldırgan olarak kabul edilir. Yine Batıda domuz yavruları çocuk oyuncaklarında sık kullanılan bir figür iken; Doğuda domuz, sevilmeyeni simgelemek için kullanılır. Kötülemek istediğimizi domuz sıfatıyla niteleriz.
İnsanların gözünde koyun aptaldır. Atı akıllı buluruz. Aramızdan birisi bu yargılara hangi akıl yarışmasından veya zekâ testinden sonra vardığımızı sorsa, söyleyecek sözümüz yoktur. Bu konudaki önyargı kültürünü bir kez benimsediğimizde, koyuna benzettiklerimiz daima saf ve aptalı oynamak zorunda kalırlar.
Yılanı ve sürüngenleri soğuk buluruz. Bu bakışımızı da bu hayvanların vücut ısıları ile açıklamaya çalışırız. Aslında uzman olmayan insanlar olarak bu hayvanların vücut yapıları veya yaşamları hakkında yeterli bilgimiz olduğu da şüphelidir. Hayvanlarla ilgili belgesellere meraklı olanlarımızın, konuya ilgilerinin herhangi bir TV dizisinden ileriye gitmediğini de biliriz. Bu belgeselleri, sorgusuz biçimde hayranlıkla izler ve sonra da unuturuz. Ara sıra geyik muhabbeti yaparken hatırlandığı olur. Ama bizimle iletişim kurmasında sorunlu bulduklarımızı yılan olarak nitelemekten asla çekinmeyiz. Kedi, köpek, geyik ya da aslan gibi pek çok hayvanın yavrusunu sevimli bulurken, yılan yavrusu bizim sosyal kültürümüzde o türün soğukluğunu ve korkutuculuğunu taşımaya devam eder.
Her hayvanın mesafe almak için fiziki yapısından kaynaklanan bir yöntemi var. Yılan, kertenkele ve solucan gibi hayvanlar sürünürken kuşlar uçarlar. Uçmayı bir özgürlük ifadesi olarak algılamamıza rağmen sürünmek, bizde olumsuz bir duygu hali oluşturur. Kuşun veya sürüngenin, dünyadaki canlı yaşamının sadece iki farklı türü olduğunu algılamakta zorluk çektiğimiz zamanlar olur.
Her hayvanın doğadaki yaşam biçimine göre bir davranış modeli var. Bugün bir bölümü bizim aramızda yaşama alışkanlığı edilmiş hayvanlar, doğanın onlara verdiği bazı özellikleri bu yeni ortamlarında da sürdürüyorlar. Belki de insanın dünyadaki var olma süresi, hayvanların karakter değişimi için yeterli bir süre değil. Bugün de her hayvan, kendi doğal ortamında veya insanlar arasında kendisi gibi olmaya devam ediyor.
Bizim yaşamımıza ortak olan hayvanlar var bir de. Köy yaşamı bir yana; kentlerde yaşayan pek çoğumuzun evlerinde akvaryumda balıklar veya kafeste birkaç kuş var. Evinde bir hayvanı olsun isteyenler ya bir köpek ya da bir kedi ediniyor.
En çok takıldıklarımdan birisi, köpekler ve kediler konusundaki yargılarımızdır. Köpekleri sadık, kedileri nankör bulanlarımız var. Bu tür konuşmalar olduğunda bu yargıların hangi sadakat terazisinde tartılmış olduğunu merak etmişimdir. Bence benim kedilerim nankör değil. Evin dört duvarı arasında doğadaki özgür yaşamını hatırlamaya ve onu yaşamaya çalışıyorlar. Ben de onları köpek değil de, kedi oldukları için seviyorum.
Sergüzeşt-i Junior
Birlikte yaşadığımız iki tane Siyam kedim var. 5,5 yaşında olan büyüğün adı Mocha… Diğeri ise 4,5 yaşında olan Junior… Her ikisi de soylarının kanını taşımakla birlikte benzer fizik özelliklere ama tümüyle farklı karakter ve davranış yapılarına sahip. Büyük olan Mocha, taleplerini değişik sesler çıkararak ifade eder. Dışarı çıkmak istediğinde bunu ses ve davranışları ile belirtir. Apartmanın merdivenlerinde ve bodrum katında bir miktar dolaştıktan sonra kapıya gelir ve içeri alınması için ses verir. Mocha, ağız tadı olan bir kedidir. Kendi olağan kuru yemi dışında başka şeyler yemeyi sever ve ister.
Junior, Mocha’dan farklıdır. Nadiren ses çıkarır. Mocha’nın ince sesine karşı kocaman denilebilecek ama pek kullanmadığı bir ses tonu vardır. Junior, Mocha’dan farklı olarak sadece kuru mama yer. Önüne tavuk veya balık parçası gibi bir şey konduğunda dönüp bakmaz bile… Geçtiğimiz günlerde Junior’ı evin arka bahçesine çıkarmayı denemiştim. Doğrusu; yerlere yatıp debelenmesini bekliyordum. Ama aksine; paniğe kapıldı, tedirgin biçimde bağırmaya başladı. Aceleyle yakalayıp tekrar eve aldım.
Bunları neden anlatıyorum? Ev hayvanlarınız varsa, onlar evin birer canlı üyesi haline dönüşüyor. Kendi yaşamınız organize ettiğiniz gibi, bu canlıların yaşamını da düzenlemek zorundasınız.
Junior kaçtı
Geçtiğimiz günlerde; dışarı çıkma huyu olmayan Junior, (nedense) kapıyı açık bulduğu anda kaçmış. Bir şekilde dış kapıdan da sızıp sokağa ulaşmış. Ev içinde ve dışında, sokakta ve çevrede aranmasına rağmen bulunamadı. Kanımca; Junior’un kayboluşu, farklı fiziksel özelliklerinden dolayı bir kişinin dikkatini çekmiş olması ve onun tarafından alınıp götürülmesi şeklinde oldu.
Yaklaşık bir hafta sonra Junior’ın kaybolduğundan bilgisi olan bir komşunun verdiği bilgi ile yan apartmanın garaj kapısı önünde bulundu. Çok zayıflamış haldeydi. Adeta bir psikolojik travma geçirmiş gibiydi. Her zaman olumlu tepki verdiği ilgi ve çağrılara duyarsız kalıyordu. Muhtemelen çok zor bir hafta geçirmiş olmalıydı.
Eğer uzun süre ile onu bulduğumuz yerde (veya yakın başka mekânlarda) bulunsa idi, muhakkak bulunurdu. Büyük bir ihtimalle onu alıp götüren kişi, yemek yemesini sağlayamadığından (ki, Junior sadece kuru mama yer), korkarak onu aldığı yere geri bırakmıştı. Sonunda açlık ve korku, zavallı Junior’ın bir travma yaşamasına neden olmuştu. Bir süre daha aynı koşullarda kalsaydı muhtemelen bir köşede ölüsü bulunurdu.
İşim gereği Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunuyorum. OSB caddelerinde evlerden getirilip oralara bırakılmış çok sayıda ev hayvanı ile karşılaşmak mümkün. Bu durumu, kent içinde de görmek mümkün. İnsanlar bir merakla ev hayvanı edinip daha sonra onun sorumluluğunu taşıyamayarak sokağa atıyorlar. Düşünülmeden edinilen ev hayvanları kısa sürede (onlar için yaşamanın çok zor olduğu) sokağa terk ediliyorlar. İnsan olana yakışmayacak bir durum…
Özetle; Junior’ın başına gelenler, bana yaşam çevremiz ile birlikte yaşadığımız canlıların önem ve değerini bir kez daha hatırlattı. Yaşça büyük olan Mocha yavru iken kendisini edinen kişi tarafından hapsedildiği bir evden, daha küçük olan Junior ise yaklaşık 30 kedi ile birlikte yaşadığı bir başka evden geldi. Şu an geldikleri şartlara oranla daha iyi bakım altında yaşıyorlar. Ama gene de; doğal yaşamlarından kopararak benimle yaşamaya mahkûm ettiğim(iz) kedilerime (en azından bir diyet borcu olarak) bundan sonra daha fazla dikkat ve özen göstermem gerektiğini düşünüyorum. Hiçbir canlıyı kendi geçici heveslerimiz adına heba etmeye hakkımız yok.
Son söz: Yaşam çevresi hepimizindir.