Gürcan Banger
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi *** YENi ***
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
1970’li yıllardan bu yana ortaya çıkan değişim unsurlarından bir diğeri, şehirlerin öne çıkması oldu. 20’nci yüzyıl sonu ile 21’inci yüzyılın başında yoğun etkileri görülen küreselleşmenin kendini ifade ettiği bir nitelik olarak kentler, ulusların önüne geçti. Kentler arası yarış, ulusal rekabetten farklılaşarak dünya ölçeğinde yaygınlaştı.
20’nci yüzyılın ilk üç çeyreğinde kentlerin mekânsal kullanımı farklı bir anlayışla gerçekleşmişti. Bu çerçevede her kent, farklı fonksiyonların farklı mekânlarda yapıldığı bir görünüme sahipti. Örneğin konut bölgeleri, iş alanları ve alışveriş merkezleri birbirinden farklı yerlerdi. Genel olarak yapılar, tek amaçlı olarak inşa ediliyordu. Bu dönemde kamu tarafından yapılmış okul, hastane, kamusal yönetim ve benzerleri gibi yapılar, kentin önemli odak noktalarını oluşturuyordu. Henüz dev alışveriş merkezleri ile kültür – sanat – eğlence kampuslarının gözlenmediği bu dönemde; iş, okul ve hizmet yeri dışındaki yaşam eve yönelik olarak yaşanıyordu. Yine bu dönemde kamu dışındaki iş kavramı, küçük girişimcilik olarak dikkati çekmekteydi.
Günümüzde kentsel mekânın kullanımı, farklı bir noktaya doğru evrimleşiyor. Geçmişin tek amaçlı kullanımı yerine birkaç fonksiyonun aynı anda yerine getirildiği büyük alışveriş – kültür – eğlence yapılarını sıklıkla görmeye başladık. Birbirinden kopuk kent bölgeleri arasındaki mekânsal ve fonksiyonel boşluğun çok amaçlı yapılar ile doldurulması ve mekânsal bir bütünlük oluşturulması yönelimi başladı. Bu süreç, büyük kentlerin, çok fonksiyonlu ama daha küçük ölçekli alt kentlere bölünmesi sonucunu oluşturdu. Dün fonksiyonel bir bütünlüğe sahip olmayan kentler, bugün ise mekânsal bir bütünlüğe sahip değiller. Kent içinde kentler var. Her yurttaş, büyük kentin kendisini ait hissettiği bir bölümünde yaşıyor, diğer bölümlerle ilişki kurmayı tercih etmiyor. Bu, kentin aşırı büyümesinin yarattığı yeni bir soyutlanma durumudur.
Büyük kentsel yerleşimlerde gözlediğimiz yeni gelişmelerden bir diğeri ise zengin gettolarının oluşmaya başlamasıdır. Getto, belli bir etnik, kültürel veya dinî yoksul topluluğun yaşamaya mecbur bırakıldığı izole kent bölgesidir. Bu kavram, önceleri Avrupa’da Yahudilerin yaşadıkları kentsel bölgeler için kullanılmıştır. Zengin gettosu ifadesi ile kent zenginlerinin kendilerini halkın kalan kısmından izole ettikleri, muhtemelen duvarlarla çevrili, özel güvenliği olan, nitelikli yapılar içeren, sadece zengin işadamı / bürokrat vb aileler için ayrılmış kent bölgesini kastediyorum. Zengin gettoların oluşumu da, kentin çok fonksiyonlu izole bölgelere -alt kentlere- ayrılma sürecinin göstergelerinden birisidir.
Zengin gettosunda konut sahibi olmak, bir statü işaretidir. 21’inci yüzyılın sosyal ve ekonomik politikalarının, bireyselliği ve dar grup statülerini öne çıkardığı düşünülürse; bu tür gettoların yapımının yaygınlaşmasını ve zenginlerin bu tür alanlarda yaşamayı tercih etmesini, sürecin olağan bir sonucu saymak gerekir.
Zengin gettolaşması yönelimi, gelişmiş ülkelerle diğerleri arasında özellik farklılaşması gösteriyor. Batıda kültüre, doğaya ve yasalara daha saygılı olarak gelişen bu yönelim, Doğuda -Türkiye gibi ülkelerde- doğanın ve tarihsel geçmişin katledilmesi pahasına yürüyor. İstanbul’un talan edilmesi, bu durumun en net örneklerinden birisidir.
20’nci yüzyılın il üç çeyreği, sanayileşme açısından standart kütlesel (Fordist) üretim, yaşamın toplam kurgusu açısından modernist, siyaset açısından ise temsili demokrasi dönemidir. Bu süreçte vatandaşlık, pasiflik özelliği gösterir. Devlet, her şeyin tanımlayıcısı, izin vericisi ve onaylayıcısıdır. Devletin sorgulanması, ancak seçimden seçime gerçekleşir. Son 30-35 yıl ise dünyada katılımcı demokrasi ve aktif vatandaşlık özellikleri ile ayrılır. Yeni dönemde toplumun devlet dışında örgütlenmesi, yurttaşın devlet karşısında hukuka dayalı olarak güç kazanması ve devletin saydam olmak zorunda kalması gibi farklılıklar oluşmuştur.
İnsanlığın ilerlemesi
Uygarlık, geçmişte olduğu gibi bugün de hareket etmektedir. Ne var ki; bir odak değişimine uğramıştır. Günümüzde akış, (geçmişteki Doğudan Batıya olan akışa karşın) bu kez Batıdan Doğuya doğru olmaktadır. Diğer yandan bilişim, iletişim ve ulaşım alanlarında oluşan ilerlemelere bağlı olarak akışın hızı, yüksek düzeylere ulaşmış ve giderek ivmelenmektedir.
20’inci yüzyılın ilk üç çeyreği ile son 35-40 yılı karşılaştırırken, uygarlığın gelişme odaklarını ve yayılma özelliklerini dikkate almak gerekir. Örneğin küreselleşmenin üretilmesinde ve yayılmasında birincil derecede etkin olan ülke, şirket ve kentler vardır. Küresel gelişmelerden olumlu yönde etkilenen ülke ve bölgeler yanında küreselleşmeyi bir olumsuzluk olarak yaşayanların sayısı hiç de az değildir. Dünyadaki değişim, özellikle az gelişmiş ülke ve toplumların bazı bölümlerinin gelişmesine vesile olurken, bir yandan da bölgeler ve sosyal katmanlar arasında eşitsizliğin artmasını da sağlayabilmektedir. Türkiye gibi ülkelerin sosyo – ekonomik yapısını yakından incelediğimizde; tüm göstergeleriyle birlikte aynı anda tarım toplumu, sanayi toplumu ve bilgi toplumu özelliklerinin bir arada yaşanmakta olduğunu görürüz. Ülkenin farklı bölgelerinde, farklı şehirlerde, aynı ilin farklı yörelerinde, hatta farklı mahallelerde farklı uygarlık düzeylerinin izlerini görebilmekteyiz.
Ortalama yıllık gelir, ekonomide oluşan toplam hâsılanın ülke nüfusuna bölünmesi ile elde edilen bir sayısal değerdir. Asla ülkedeki gelir dağılımının adaleti veya işsizlik düzeyi gibi konularda bilgi vermez. Örneğin kişi başına ortalama yıllık gelir artarken, zenginler daha zengin ve yoksullar daha yoksul hale geliyor veya ülkede işsizlik düzeyi yükseliyor olabilir. Bir iktidarın sosyo – ekonomik politikaları, kendini başarılı saymak için sadece kişi başı gelirin artıyor görünmesi ile yetinemez. İhracatın artıyor görünmesi, madalyonun sadece bir yanıdır; ihracat artarken insanların geçim sıkıntıları da artıyor olabilir. Başta yurttaşların insanca yaşam için gerekli gelir düzeyi olmak üzere bölüşümdeki adalete, gelirin yaygınlaşmasına, eğitimin erişilebilirliği ile uygarlığın ürünlerinin toplum içinde yaygın kullanımına ve diğer insanî gelişmişlik göstergelerine bakmak gerekir.
Gelişmiş ülkeler eşdeğeri bir uygarlık düzeyine varılmış olduğunu söyleyebilmek için, vatandaşlar yanında ülkenin değişik bölgelerindeki kentler, kurumlar, kuruluşlar ve firmalar arasındaki gelişmişlik düzeylerini karşılaştırmak gerekir. Kent ve kır arasındaki gelişim düzeyleri, karşılaştırmalı olarak incelenmek zorundadır.
Bir parça iktisat ve işgücü
Bir ürünün ortaya çıkması için gerekli olan unsurlara üretim faktörleri adı verilir. Klasik iktisat anlayışı bu faktörler arasında toprak, sermaye ve emeği saymıştır. Sonraki dönemde girişimin de üretim faktörleri arasında sayılması gerektiği fikri oluşmuştur. İnsan yaşamı ve ekonomideki öneminin artması ile birlikte bilgi de üretim faktörleri arasında sayılır olmuştur.
Üretim faktörleri arasında; 20’nci yüzyılın ilk üç çeyreği ile sonraki dönem arasında ciddi nitelik değişimine uğrayan emeğin özel bir yeri mevcuttur. 1970 öncesi dönemin özelliği, bir işçi için bir iş olarak ifade edilebilecek bireysel olarak tanımlanmış iş kavramının varlığı idi. Esnek üretim modellerine geçilmesi ile birlikte her işçi, bir takımın parçası olmaya başladı. Bu dönemde işler, bireyler yerine gruplara esas alınarak tanımlandı. Bu yeni durum, çalışanların tek başlarına başarılı olmanın yanında bir takım elemanı olarak başarı göstermeleri gereğini de doğurdu. Bugün iş süreçlerinde çatışma yönetiminin, liderliğin ve takım çalışmasının önemsenmesinin altındaki mantık budur.
Belli büyüklükteki firmalar açısından bir insan kaynakları bölümünün olmaması veya personel yönetimi için geliştirilmiş kurallar bulunmaması, bir anlamda işletme kültürünün ayıbı olarak kabul ediliyor. Çünkü dün emek piyasasından sağlanan niteliksiz işgücü, bugünün yönetim ve işletme anlayışları uyarında yetersiz bulunuyor. Her çalışan için bir yönlendirme eğitiminin uygulanması, iş yaşamının sıradan faaliyetlerinden birisi haline geldi. Okulda alınan eğitimin, hızlı değişen bir dünya için yeterli olmadığı konusunda herkes hemfikir. Bu nedenle hizmet için eğitimin varlığı ve sürekliliği, yeni türden iş yaşamı için son derece önemli kabul ediliyor.
İşgücünün niteliğinin iyileştirilmesi ihtiyacının dayandığı birkaç nokta var. Öncelikle klasik iktisatçıların hayallerinden olan tam istihdama ulaşılmasının bir hayal olduğu hemen herkes tarafından kavrandı. İşsizlik olgusu, artık reel ekonomilerin net göstergelerinden birisi olarak literatürde yerini aldı. İşsizlik oranının aşağı veya yukarı hareket etmesi, hükümetlerin ekonomik başarı veya başarısızlığı olarak kabul ediliyor.
İşsizliğin tüm ekonomilerde ciddi bir sorun olarak var olması, iş bulabilmek için insanların yoğun bir yarış içine girmelerini gerektiriyor. Bu yarışta farklılaşabilmek ise yüksek nitelikli eğitim ihtiyacını artırıyor. Geçmişte devletin görev alanı içinde yer alan eğitim - öğretim, kamunun bu görevi tam olarak yerine getirememesi nedeniyle başka kurum ve kuruluşlar tarafından karşılanmaya başladı. Bu süreci başarıyla yöneten ülkeler bulunduğu gibi, devletin sektörden çekilmesi ile yozlaşmanın yoğun yaşandığı örnekler de var. Ülkemizin bu geçiş sürecinde çok başarılı olduğunu söylemek pek mümkün değil.