Gürcan Banger
Bazı insanlar vardır; diğerleri ona gıptayla bakarlar. Çok tanıdığı vardır; belki de onu tanıyan bundan da çoktur. İlgi alanı geniştir; herhangi bir konuda söz söylediğinde dinlenir. Bilmediği konuda susmayı bildiğinden, bilgisine ve deneyimine saygı duyulur. Özetle; pek çok insan, onun gibi olmayı özler. Ama insan olan yerde mutlaka sorun vardır kuralı unutulur bu özlemli bakış içerisinde.
Kalabalıklar içinde yalnız olmak, bazı insanların alınyazısıdır adeta. Ama yoğunluk görüntüleri veren insanların yalnızları da vardır. Meşgul görünenler için; ne çok işleri, ne yoğun koşuşturmaları vardır diye düşünürüz. Çevrelerinde sürekli olarak, değişik kesimlerden insanlar bulunur. Onların da yalnız olabilecekleri nadiren aklımıza gelir.
Yalnızlık, kolay paylaşılabilir bir duygu değildir. Yalnız olmaktan utandığımız, başkalarına ifade etmeye cesaret edemediğimiz dönemler bile olur. Ancak yaşam deneyimimiz arttıkça, yalnızlığın pek çok insanın ortak özelliği olduğunu hayretle fark ederiz. Değişik mekânlarda bir kalabalık olarak bulunduğumuz halde, topluluğumuzun gerçekte tek tek yalnızların toplamı olduğunu kavrarız.
Yalnızlık, kaderimiz midir? Yalnızlık, kırılmaz ve değiştirilmez bir alınyazısı mıdır? Yalnızlığımızdan kurtulmak için pek çok konuyla ilgilenmemize rağmen, günün herhangi bir anında yalnızlığı duyumsamamız kaçınılmaz bir durum mudur?
Karakterimizin oluşma sürecinde en etkili dönemlerden birisi çocukluğumuzdur. İlerleyen yaşlarda anlaşılmaz gibi gelen pek çok özelliğimizin yapı taşları çok erken yaşlarımızda oluşmaktadır. Çocukluğumuzda gelişen bu karakter unsurlarını bir taş temelli yapıya benzetebiliriz. Yapı yükseldiğinde, temel taşlarını göremeyiz ama onlar daima oradadırlar; bina, bu taşların üzerinde yükselmektedir. İşte; çocukluğumuzda yaşadığımız olaylar da böyledir. O dönemde yaşadıklarımız ve bu olaylardan edindiğimiz davranış modeli, karakterimizin temel taşları olarak derinlerde bir yerlerde bizi “şu veya bu biçimde” ayakta tutmaya devam ederler.
Binaların yapıldıktan uzun yıllar sonra (veya deprem gibi nedenlerle gerek duyulduğunda) sağlamlaştırıldığını bilirsiniz. Benzer şekilde; yalnızlık duygusundan ve bunun olumsuz etkilerinden uzaklaşmak için, gerçekleştirebileceğimiz bazı önlemler vardır kuşkusuz. Yalnızlık, bir yol kavşağı ise burada tercih edebileceğimiz iki yön olabilir. Birincisi; etrafımıza duvar örerek yalnızlığımızı mutlaklaştırabiliriz. Bu durumda; gerçekten bir süre sonra yalnızlık, bir yaşam tarzı haline gelir. Bazı insanlar yalnızlığın hüznü ile yaşamaktan (kendi ölçülerinde) mutlu bile olabilirler. Çevrenize dikkatle baktığınızda, yaşam tarzı olarak yalnızlığı seçmiş insanlar görebilirsiniz.
Yalnızlık kavşağından ayrılan ikinci yol ise, yaşamla köprüler kurmaya çalışan seçenektir. Etrafınıza yalnızlığı mutlaklaştıracak dört duvar örmek yerine, yaşamla aranızda yeni köprüler oluşturabilirsiniz. Ama bu seçenekte kararlılık esastır. Ayrıca emek vermeniz de gerekir.
Bitirirken; önemle bellememiz gereken bir ilkeyi dile getirmek isterim. Yaşamda siyah ve beyaz, ışık ve karanlık, olumlu ve olumsuz, sevinç ve keder daima birlikte vardır. Siyah olmazsa beyaz da olmaz. Çünkü siyahı beyazla karşılaştırarak, ışığı karanlıkla dengeleyerek tanır ve kavrarız. Ünlü düşünür Foucault’nun bir sözünü hatırlıyorum: “Eğer bir kişi yalnız olmayı beceremiyorsa, başkalarıyla bir arada olmayı da beceremez.” Özetle, yalnızlık; ışık ve gölge gibidir.