Küreselleşme, Yerelleşme, Kent ve Yönetişim
Gürcan Banger
Facebook’ta paylaş
Twitter’da paylaş
Duygu Güncesi *** YENi ***
Facebook’ta izle
Twitter’da izle
Küreselleşme olgusunun etkilerinin artması ve bu kavramın giderek daha iyi bilinir hale gelmesi ile birlikte; küreselleşme ve yerelleşme konularında zaman zaman yükselen bir tartışma yoğunluğu gözleniyor. Birbirine karşıt gibi görünen bu iki yönelimin her birinin tartışmalarda aldığı ağırlık değişiyor. Bazı tartışmacılar, görüşlerinde küreselleşmeyi odak noktası olarak alırken, aslî unsurun yerelleşme olması gerektiği yönünde düşünenlerin sayısı da hiç az değil.
Küreselleşme ve yerelleşme eksenindeki tartışmalara baktığımızda, görüşlerin üç ayrı nokrada oluştuğunu görüyoruz. Birinci grubu, bugünün ekonomik ve sosyal sistemlerinde küresel faktörlerin birincil etkileyici ve yönlendiriciler olduğunu savunanlar oluşturuyor. İkinci grupta ise küreselleşme gerçeğine karşın ekonomik ve sosyal yaşamın örgütlenmesinde yerelliğin önemine vurgu yapanlar yer alıyor. Son grup ise küreselleşme ve yerelleşmenin iki farklı yönelim olduğunu ve bunların arasında bir etkileşim bulunduğunu söyleyenlerden oluşuyor.
Küreselleşmeyi dünyaya bakışların odağı alan tartışmacılar; öncelikle küresel belirleyici güçlerin varlığını iddia ederek, küreselleşmenin Dünya’nın değişik coğrafyalarına eşitsiz fırsatlar veya tehditler sunduğunu vurguluyorlar. Bu süreçte ulusal devletlerin etkileri zayıflarken, örneğin çok uluslu şirketlerin güç uygulamaları ön plana geçiyor. Ulusal devletlerin güç kaybı ile birlikte, ilgili ülke içinde farklı sosyal ve ekonomik yeni güç odaklarının oluştuğunu pek çok örnekle doğrulamak mümkün oluyor. Böyle bir durumda ulus-devlet, bir etki alanı yaratmaktan uzaklaşarak ülke, ulus ötesi şirketin büyük ağında bir nokta haline dönüşüyor. Küreselleşmenin yoğun etkilerinin ulusal ve yerel unsurlarla göğüslenemediği durumlarda yerel ve bölgesel kültürlerin de, küresel rüzgârların etkisiyle değişime uğradığı gözleniyor.
Küreselleşmenin rakipsiz biçimde birincil faktör olduğu ülkelerde kazananlar ve kaybedenler olmak üzere iki tür sonuç gözleniyor. Bunlar arasında küresellik nedeniyle kaybedenlerin, kazananlardan daha fazla olduğunu gözlüyoruz. İlgi çekici bir gelişme olarak; uluslararası düzeyde yapılan çalışmalar, her kazananın arkasında en azından bir tane kaybeden ülke olduğunu gösteriyor.
Yerelleşme tezini öne çıkaranlar, özellikle yerel yönetimlerin ve sivil toplumun etkinliğinin artmasına vurgu yapıyorlar. Merkezî devletin sahneden belli oranda çekilmesi ile birlikte yerel ve sivil unsurlara ekonomide ve sosyal yaşamda yeni ufuklar açıldığına dikkat çekiyorlar.
Küreselcilik ile yerelcilik arasında önemli farklardan birisi, yerel güçlere atfedilen güç ve dinamizmden kaynaklanmaktadır. Küreselciler, yerel güçleri statik ve pasif olarak kabul ederlerken; yerelciler, ulus devletin yaşamdan belli oranda çekilmesi ile mekânın ve ekonominin düzenlenmesinde yerel aktörlere yeni fırsatlar doğduğunu ifade ediyorlar. Dikkat edileceği gibi; küreselci veya yerelci, her iki tez de küreselleşme etkileri nedeniyle ulus devletin azalan ağırlığını ve belirleyiciliğini dikkate alıyorlar.
Son olarak; küreselleşme ve yerelleşme karşıtlığı eksenini bir etkileşim alanı olarak kabul eden üçüncü yaklaşımdan söz etmek istiyorum. Bu yaklaşım, her iki kavramın birleştirilmesi ile “küyerelleşme (glokalizasyon)” olarak isimlendiriliyor. Ana fikir olarak ise tüm karşıtlığa rağmen aynı kökten gelmeleri nedeniyle küresellik ve yerellik arasında bir işbölümünden söz ediyor.
Yukarıda söz ettiğim gibi; küreselleşme, bizim kişisel beklentilerimizden bağımsız, reddi mümkün olmayan evrensel bir olgu olarak görünüyor. Bu yönelimin ülkelere sunduğu fırsatlar ve tehditler var. Küresel etkilerin içlerinin doğru ulusal, bölgesel ve yerel politikalarla doldurulması ile zararlarının avantajlara dönüştürülmesi mümkün olabilir.
Kentleşme ve yönetişim
Bir ülkenin GSMH olarak söz edilen yıllık değerler toplamını düşünelim. Bunun yüksekliği ne ifade eder? Bunun kişi başına dağılımına bakmadan, “iyi veya kötü” olduğuna karar verilebilir mi? Aynı şekilde halkın ne kadarının ulusal gelir ortalamasının altında olduğu, ne kadarının ortalamadan kat be kat daha fazla kazandığı da önemlidir, değil mi? Kısacası; zenginliğin büyüklüğü kadar, onun nasıl dağıldığı da -bir başka deyişle adil bölüşüm de- önemli ve anlamlıdır.
Bir kent de toplumun sosyal tabakalaşmasını andırır. Kentin de geliri az veya çok bölümleri vardır. Bir kentte zenginlikler eşit olarak dağılmıyorsa, bu noktada kent yöneticilerinin bakışı ve yönetim anlayışı önem kazanır. Bazı yöneticiler, kentte sadece zenginlerin yararlanabileceği yatırımlar yaparak, o sosyal ve ekonomik katmana ait rantı artırırken, kimileri kentin ortalama yaşam kalitesi düzeyinin artmasına çaba harcarlar. Yöneticilerin bir bölümü, sadece kentin görünen yüzünü albenili hale getirmeye çalışırken, sosyal adalete önem verenler ise kentsel kullanımın her noktada iyileşmesini sağlamayı hedeflerler. Bu tercih, onların ideolojik ve siyasal bakış açıları ile olduğu kadar kentsel vizyonları ile ilgilidir. Bir başka deyişle; kent yöneticisi için de “ainesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz”.
İngilizce “governance” kavramının karşılığı olarak kullanılan “yönetişim” kavramı, ortak katılımlı yönetim veya karşılıklı etkileşimli yönetim anlayışı olarak özetlenebilir. Bu tür yönetim modellerinde ilgili sorun, proje veya karardan etkilenen tüm sosyal aktörlerin sürece katılması öngörülür. Yönetişim, kent yönetim anlayışında bir demokratik açılım olarak geliştirilmiş çağdaş bir anlayıştır.
Dünya’da kültürün akışkanlığının artması ile birlikte yeni kent yönetim modellerine ilişkin sözcük ve kavramları biz de kullanır olduk. Ama ne yazık ki, sözcüğü telaffuz ederken gösterdiğimiz başarıyı, kavramın içini doldurmakta gösteremiyoruz. Hatta çoğu zaman bir kavramı gerçek anlamda yaşama geçirmeden, içi boş halde tüketip yok ediyoruz. Pek çok örnek durumda yönetişim kavramının başına gelen de budur. Bu nedenle bizde kentsel yönetim; kişilerin, kendilerini sistemin önüne koyan ‘okumuş veya okumamış’ bağnazlıklarından kurtularak kent yönetişimi haline dönüşememiştir.
Refah; bolluk, varlık ve rahatlık içinde yaşama demektir. Kentte yaşayan yurttaşların refahı, kentin yönetimi ile çok yakından ilgilidir. Kentli yurttaşın refahı söz konusu olduğunda; öncelikle yeterli barınma, mülkiyet güvenliği, temiz su, yeşil ve temiz çevre, yaygın sağlık hizmeti, yeterli beslenme, iş bulma imkânları, kamu güvenliği ve kolay ve ucuz ulaşım gibi konular açısından yaklaşmak gerekir. Görüldüğü gibi; kent yönetiminin, kentin “kitsch” görselliği fikrine kapılmadan önce dikkate alması gereken konu, temel kentli ihtiyaçlarının sağlanmasıdır. Yetkin ve yeterli bir kent yönetimi, vatandaşların kentten yararlanmasını eşit kılmaya çalışmalıdır. Kent yönetişimi fikrinin altındaki temel gerekçe budur.
Gelişmiş ülkelerle diğerleri arasında kent yönetimi açısından önemli bir fark vardır. Gelişmiş ülkelerde kent yönetiminin ana fikri, kentliye hizmet etmektir. Türkiye gibi henüz o aşamaya varmamış olanlara ek bir görev daha düşer; o da kentte yaşayan vatandaşın kentli haline dönüştürülmesidir. Özetle; muhtemelen kırdan kente gelmiş olan sosyal göçmenin, bir kentli olarak eğitilmesi görevi de bir ölçüde kent yönetimine düşmektedir.
Küreselleşmenin ve ulus ötesi şirketlerin kâr beklentilerinin etkisiyle günümüzün temel yönelimlerinden birisi, maksimize edilmiş tüketim anlayışıdır. Bu gidişin, uzun vadede hayırlı bir sonucu olacağı kanaatinde değilim. Kent yönetimlerinin de ana sorunları göz ardı ederek bu tür bir tüketim anlayışı içine savrulmalarını üzüntü ile karşılıyorum.